Bu Blogda Ara

25 Aralık 2011 Pazar

P.C. CAST-Tanrıça Serisi

   Kitapları okumaya öyle dalmışım ki yorum yapmak bana külfet gibi geldi. Bu yüzden hislerimi sadece kendimle paylaşmak istedim. Ancak son kitap, yani Gül Tanrıçası için söyleyeceklerim var. Yine de öncelikle diğer kitaplar hakkında kısaca fikirlerimi belirtebilirim.


   Deniz Tanrıçasında alışkın olduğum, haşin ölümsüz aşklardan farklı olarak, naif ve her satırda duygusallık damlayan bambaşka bir aşkı okudum. Zengin ve ilginç bir hayal gücünün eseri harika dünyalar keşfettim. Cinselliğin standartlara sığmadığı, hatta çoğumuzun yadırgayabileceği cesur birliktelikleri hiç yadırgamadan merakla ama bir national geographic belgeseli tadında değil de duyguyla takip ettim. İçlendim, güldüm, ağlama raddesine geldim ve sonunda en az CC ve Dylan kadar mutlu oldum.


   Bahar Tanrıçasına, yorumlara göre serinin en güzel kitabını okuyacak olmanın heyecanı ile başladım. Zaten etkileyici olmasını bekliyordum çünkü en kudretli üç kardeşten birisi olan Hades’in aşkını okuyacaktım. Mitoloji ile pek ilgili birisi olmadığımdan Hades’in hep kötü bir tanrı olduğunu düşünmüştüm ama kitabı okurken, aksine fazlasıyla kırılgan ve aşka hasret bir adamla tanıştım. İtiraf ediyorum seri içinde en çekici bulduğum karakterdi:) Alınganlığı, hassasiyeti ve saklı tuttuğu tutkusuyla okumaktan müthiş bir keyif aldım. Modern ölümlerin dünyasından gelen İtalyan asıllı fırın sahibi Lina’nın büyülü bir ritüel sonrasında istemeden Bahar Tanrıçası Persephone’nin bedenine girmesiyle başlıyor olaylar. İnanılmaz güzellikteki tanrıça bedenine giren orta yaşlı modern Lina, sahip olduğu güçlü ruh ve eşsiz özellikleriyle bahar tanrıçasının güzelliğine güzellik, ölüler diyarına da renk katıyor. Tabi kısa sürede Hades’in aşkına sahip olarak okurlara mutluluk ve heyecan kattığını da eklemeliyim. Deniz Tanrıçasında yeni ve harika dünyalar keşfettim demiştim ya, işte bu kitapta hayal bile edemeyeceğim güzellikte, cennet böyle bir şeydir diyebileceğim çok daha masalsı ve inanılmaz bir alemle karşılaştım. Yazarın hayal gücü oldukça güçlü:) Harika bir kitaptı…


   Işık Tanrıçası ilk iki kitaptaki büyüden pek nasibini almamıştı çünkü antik dünyada değil de günümüz Las Vegas’ında geçiyordu. Bu elbette tapılası Apollon’un değerini azaltmadı. Aksine ondaki tanrısal gücü daha fazla hissetmeme ve tezatlarıyla etkilenmeme neden oldu diyebilirim. Baş karakterimiz Pamela’nın son derece sarhoş ve melankolik bir halde, farkında olmadan dahil olduğu ritüeli tamamlayan dileği tatlı bir hikayenin kapısını açtı. Apollon gerçekten aşık bir tanrıydı. Zaten yazarın diğer iki kitabında da saf, iyi niyetli bir aşk vardı. Etkilendiğimden emin olun çünkü ilk kez bir kitapta ağladım:) Ama tatmin olmadım. Sonu içime sinmedi, boşluk kaldı. Mutlu son gibi değildi ve hala hatırlayınca üzülüyorum. Bir sürü teori ortaya atılabilir Pam ve Apollon için ama hangisi doğrudur bilmiyorum… Bu kitap bende bir huzursuzluk yarattı… Ben olsam başka bir çözüm üretirdim…


   …VE… Gül Tanrıçası… Yorumları okudum. Minotaur efsanesinin boynuzlu ve toynaklı, keskin dişleri olan ve sesi bir insanınkine benzemeyen yaratığının hikayesine karşı ne hissedeceğimi bilemeden başladım. Ama şimdi net bir şekilde Güzel ve Çirkinin tutkulu hikayesi bu olmalı diyebiliyorum. Kesinlikle farklı yorumlanmış olsa da konu, karakterler ve aşkın rolü aynı noktada birleşiyor:) Hissettiğim şu; Aşık oldum…


   Miki güllere neredeyse tapma derecesinde bağlı ve aileden kalma bir gelenekle onları kendi kanıyla besleyecek kadar güllerin canlı varlıklarına inanan bir kadın. Sebebi soyadı… Miki gül diyarının rahibelerinden biri ve nesilden nesle aktarılan bu kutsal kanın son temsilcisi.


   Varlık amacı sadece gülleri ve diyarını korumak ama o farkında olmadan, uzun süre önce yaptığı bir hata sonucu lanetlenip, taştan bir heykele dönen gül diyarının koruyucusunu kendi kanıyla uyandırıyor ve daha ne olduğunu anlamadan, kendisini erotik rüyalarından tanıdığı başka bir diyarda buluyor… Görevi, despot tanrıça Hekate’nin de söylediği gibi gülleri iyileştirmek ve onlara güç vermek. Miki her ne kadar durumunu yadırgasa da güllere olan tutkusu ve koruyucusuna olan ilgisi yüzünden bu görevi severek yerine getiriyor.


   Koruyucusu Asterius bir Titan’ın oğlu,yarı tanrı. Hatta adına efsaneler olan, adaklar adanan türünün tek örneği inanılmaz bir yaratık. Tanrıça Hekate’nin ona bahşettiği erkek kalbi ve ruhu sayesinde tamamen bir canavar olmadığı gibi şefkati ve duygusallığıyla da okurun aksini düşünmesine izin vermiyor. Seneler önce bir rahibeye gönlünü kaptırıp görevini yerine getirmediği için Hekate tarafından lanetlenip bir heykele döndürüldüğü için şimdi adımlarını dikkatli atıyor. Yeniden aşık olmak ve aynı hataları yapmak niyetinde olmasa da şimdiye dek gelen hiçbir rahibeye benzemeyen, modern dünyanın güçlü kadın profiline sahip ilginç, seksi ve çekici rahibe Miki’ye karşı dayanılmaz bir arzudan kaçamıyor. Ancak tanrıçanın da aynı şeylerin tekrar yaşanmasına izin vermesi mümkün değil. Bu nedenle Miki, Asterius’u gerçek aşkla (hem erkek ruhunu hem de canavar tarafını eşit olarak) sevmedikçe ikisinin bir araya gelmesine mani olacak engeller koyuyor.


   Asterius, yazarın güçlü betimlemeleri sayesinde fazlasıyla gözümde canlandı. Ürkütücü göründüğü doğru ama yazarın onun ruhuna dair yaptığı betimlemeler sayesinde beni daha çok etkileyen maneviyatıydı. Öyle şefkatli, ürkek, utangaç, güçlü, öfkeli, aşık, tutkulu ve kesinlikle mükemmel bir yaratık Asterius… İnkar etmiyorum, aralarındaki cinselliği kabullenmek biraz tuhaftı ama rahatsız etmedi. Hatta bir deniz erkeği ile olan kadar bile etmedi. Çünkü Miki bunu yadırgamadı ve vahşi, ihtiraslı kişiliği yüzünden arzu ettiğine sahip oldu.
İnanılmaz duygusal ve etkileyici bir anlatım vardı baştan sona… Fedakarlık ve aşk arasındaki çelişki, acıyı kabullenme ve ömür boyu bununla yaşamaya katlanma… hepsi içime dokundu. Kalbimi titretti… Tanrıça serisinin yayınlanan ennnnnn beğendiğim kitabıydı…


   Seride ortak bir nokta dikkatimi çekti. Her bir kadın modern dünyanın güçlü kadınlarıydı. Zayıf olan sadece ölümlü kabuklarıydı. Ruhları her iki dünyada parlayan birer mücevher gibiydi ve bu bana göre sadece onlara bahşedilen bir yetenek değildi… Bu hepimize ait… Dileğim şu… İçinizdeki tanrıçayı keşfedin, o zaman parıldadığınızı göreceksiniz…

1 yorum: